17 Haziran 2014 Salı

İzlerken gerçeklik algınızı yitireceğiniz bir başyapıt Big Fish/ Büyük Balık

"Hayatının aşkı ile karşılaştığında zaman durur
ama zaman tekrar başladığında yakalayabileceğinden çok daha hızlı ilerler"

William Bloom, babası kanser nedeniyle ölüm döşeğinde olduğu için, aile evine geri döner. Gezgin bir satıcı olan babasını yakından tanımak için, efsanevi bir kişiliği olan adamın gençliğinde yaşadıklarına dair öyküler toplamaya başlar. Babasının yaşadıklarına dair efsaneler ve mitler, bir puzzle’ın parçaları gibi yerine oturacak ve anlaşılması güç olan adamın yaşamını zaferleriyle ve zaaflarıyla ortaya dökecektir. Film adeta masalsı bir havayla ilerlemekte ve izleyiciyi anında etkisi altına almakta. "İmkansız" bir hikayeyi izlerken anlatılan herşeye inanmak isteyerek bitireceksiniz filmi. Tim Burton Daniel Wallace'ın kitabından uyarlanan bu filmde muhteşem bir iş çıkarmış. İzlerken hepiniz babanızı düşünecek oğlunuzu veya kızınızı aklınıza getireceksiniz. İyi seyirler.

Woody Allen'dan özgün bir senaryo daha Midnight in Paris/ Paris'te Geceyarısı



Nianlısının son derece zengin ve tutucu ailesi ile birlikte Paris'e tatile gitmek zorunda kalan başarısız Hollywood senaryo yazarı Gil Pender Paris'te hayallerinin yolculuğunu gerçekleştirir. Bir farkla gerçekleştirdiği yolculuk Paris'in muhteşem sokaklarına veya inanılmaz müzelerine değil Gil'in hayranlık duyduğu zamanlaradır. Otelde nişanlısının kendi sanatçı kişiliğine hiç uymayan bitmez tükenmez isteklerinden sıkılan Gil geceleri birkaç kadeh içtikten sonra Paris'in arka sokaklarından birinde bindiği faytonla başlar herşey. Fayton aslında onu hep yaşamak istediği zamana 1920lere götüren bir zaman makinesidir. Faytona binerek Jean Cocteau'nun evine partiye giden Gil orada Cole Porter, Josephine Baker, Zelda ve F. Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway ve Gertrude Stein gibi çok sevdiği ve hayranı olduğu insanlarla tanışma fırsatına erişir. Gecenin sabahında yine günümüzde uyanır Gil. Ertesi gece tekrar faytona binerek bu kez Pablo Picasso, Salvador Dali ve Luis Buniel ile karşılaşır ve yine aynı sokakta faytona biner Gil. Film çok fazla filme kitaba ve kişiye referans veriyor ve aynı zamanda modernizme ve modernizm algımıza da eleştiriler yapıyor aslında. Senaryo ise Woody Allen'dan beklendiği üzere oldukça orjinal öyle ki en özgün senaryo dalında Oscar ödülünün de sahibi. Film her ne kadar fantastik ve romantik komedi olarak geçse de benim açımdan kendisi Wood Allen'ın sivri dilinden kara mizah dolu bir komedidir. Senaryonun özgünlüğü filmin akışı sizi alıp götüreceğinden filmin sonunda ne yani bitti mi şimdi ne çabuk diyebilirsiniz. İzlerken alacağınız keyif de çabucak bitmesin isteyeceksiniz. Tadı damağınızda kalabilir. İyi seyirler.

Zaman yolculuğunun filmde kullanılan fon müziği sihirli bir faytona ihtiyacınız olmadan hayallerinizdeki zamana yolculuk etmek isterseniz.



Hayao Miyazaki'den bir başyapıt: Spirited Away/ Ruhların Kaçışı

"Bir zamanlar 10 yaşında olan insanlara
ve bir gün 10 yaşında olacak olan insanlara"

Hayao Miyazaki



2002 yılında en iyi animasyon oscarını aldığında aynı zamanda Oscar kazanan ilk anime olmuştu Ruhların Kaçışı. Sadece Oscar almakla yetinmeyen film aynı zamanda Berlin'den Altın Ayı almış Hong kong film ödülünü ve Japon akademi ödüllerini de toplamıştır. Bol ödüllü bir film daha doğrusu anime olması muhteşem olması anlamına gelmez elbette ancak ödüller bu kez izleyiciyi şaşırtmıyor. Anime bildiğimiz gibi bol paralı bol aktörlü aktrisli amerikan sinema sektörüyle yarışmak adına düşük bütçeli oyuncusuz film çekme adına ortaya çıkmış bir Japon icadıdır ve bana kalırsa bazıları birçok filmden daha başarılıdır. Neyse asıl konumuza gelelim. Ruhların kaçışı animeye Heidi'nin arka planlarını çizmekle başlayan Hayao Miyazaki'nin belki de kariyerinin en başarılı animelerinden biri. Filme 10 yaşındaki Chihiro ve ailesinin araba yolculuları ile başlıyoruz. Yeni bir yere taşınan aile yeni evlerine giden eşyalarına yetişmek adına hızlıca yol almaktadırlar. Kestirme bir yoldan gitme çabası onları bir ormana sürükler ve yolun bittiği yerde ilginç bir yapıyla karşılaşırlar. Anne ve babası merak içerisinde kale kemerine benzeyen bu yapının arkasında ne olduğunu görmek isterlerken Chihiro bu konuda oldukça isteksizdir ancak anne ve babasını yalnız bırakmamak için onların peşinden gitmek zorunda kalır. İçeride gayet normal görünümlü bir şehir vardır ancak anormal bir şekilde hiç insan yoktur ve daha anormal bir şekilde bir yerlerden yemek kokuları gelmektedir. Kokuyu takip eden anne babasının peşinden giden Chihiro yemekleri görür görmez yemeye başlayan anne babasından farklı olarak yemez. Etrafı incelemeye çıkan Chihiro bir gariplik olduğunun farkındadır. Haku adlı bir gençle karşılaşan Chihiro ondan burdan gün batımından önce ayrılmaları gerektiğini ve hiçbirşey yememeleri gerektiğini öğrenir ancak anne ve babası için çok geçtir. Yemekleri yiyen anne babası çoktan birer domuza dönüşmüşlerdir ve kendisi de şehirden çıkmayı başaramaz. Bu şehirde başına birşeyler gelmeden yaşayabilmesi için bir iş bulması gerekmektedir. İnsanların isimlerini alarak onlara iş imkanı sağlayan cadı Yubaba Chihiro'ya bir saunada iş verir. Ancak Haku'nun Chihiro'ya bir uyarısı olmuştur. Eğer gerçek ismini unutursa bu dünyadan ayrılma şansı olmayacaktır. Acaba Chihiro anne ve babasını kurtarabilecek mi? Yubaba'yı kandırıp bu dünyadan ayrılabilecekler mi? Devamı filmin içerisinde. İlla ki izlemek gerek. Yine Miyazaki ile çalışan Joe Hisaishi imzası var filmin müziklerinde ise yani iki üstadın bir araya gelmesiyle ortaya çıkan unutulmaz sahneler sımsıcak bir senaryo ile birleşen inanılmaz müzikler size aldığı ödülleri haketmiş bu film dedirtecek. Film hakkında söylenecek o kadar şey var ki onu da söyleyeyim bunu da derken biraz çorba oldu sanırım. En iyisi siz izleyin bu filmi. İyi seyirler.


Bir de bonus benden kulaklarınız pası silinsin diye




The Blues Brothers - Cazcı Kardeşler (1980)






     Jake Blues hapisten çıkar çıkmaz kardeşi Elwood ile birlikte eski öğretmenleri Rahibe Mary Stigmata’ya koşar ve korkunç gerçeği öğrenir: birlikte büyüdükleri yetimhane yokolmaktan kurtarmak için tam 5000 dolara ihtiyaç vardır.

     Jake ve Elwood bunun üzerine eski müzisyen arkadaşlarını bir araya toplayarak bir konser vermeye karar verirler. Bunu yaparken Şikago’nun altını üstüne getirecekler, peşlerinde tüm bir polis filosu ve naziler olduğu halde müthiş bir serüvene girişecekler.

     Film baştan sona komediydi. Komik kilise şarkıları, dans eden şişman siyahi kadınlar, uçanlar kaçanlar... Her zaman söylüyorum teknoloji falan hiç  bir şeye yaramıyor. Bu işler yetenek işi. 

    Moraliniz bozuksa, gülmek hatta kahkahalara boğulmak isterseniz buyrun izleyin.

16 Haziran 2014 Pazartesi

BIN JIP - 3 IRON - BOŞ EV - 2004




   Uzakdoğu filmleri denince akıllara gelen ilk isim şüphesiz Kim Ki-Duk ve meşhur filmleri oluyor. Benim izlediğim iki filmi var zaten ki onları da izlemeyeni dövüyorlar. Birazcık "İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış... ve İlkbahar"dan bahsedeyim: usta çırak ilişkisiyle yaşamın kısır döngüsüne parmak basmış. Hatırladığım kadarıyla iki filmde de bir kaç cümle replik var ya da yok. Yönetmenin genel tarzı bu sanırım. 
    "Boş Ev"e gelince baş kahramanımız psikopatın biri. Tatile giden insanların evine girip bozuk eşyalarını tamir ediyor. Bir gün boş sanıp girdiği evlerden birinde karşılaştığı kadına aşık olur. Kadın da mutsuz bir hayat sürdüğü için ona karşılık verir. Film "sessizliğin sesi" denen şeyin ta kendisi. Sakin ağır akıcı filmlere sabredebilenlerin beğeneceğinden eminim.

THE BOOK THIEF - KİTAP HIRSIZI / 2013

      





     Kitap Hırsızı 2. Dünya Savaşı sırasında ailesini kaybettikten sonra bir aile tarafından sahiplenilen Liesel'in hikayesini anlatıyor. film başlarda klasik savaş dramı gibi gelse de Liesel'in okuma aşkı ve bodrumda saklanmak zorunda kalan yahudi genç Max ile olan ilişkisi çok sevimli ve sıcacıktı. Liesel'in manevi babası da çok tatlıydı bence özellikle yakılan kitaplar arasından kitap çalarkenki korkuları, heyecanları çok hoşuma gitti. "The Book Thief" Markus Zusak'ın aynı adlı romanından uyarlanmış bence gayet başarılı da olmuş. Aile-dram- savaş türlerini sevenler çok seveceklerdir.



27 Mayıs 2014 Salı

WALTER MITTY'NİN GİZLİ YAŞAMI - 2013

 


 Walter Mitty ünlü Life dergisinde "fotoğraf filmleri amiri" olarak çalışmaktadır. Bir gün işe gittiğinde derginin kapanacağını ve son sayının çıkarılacağını öğreniyor. Kapak fotoğraflarının bulunduğu negatiflerden 25.sinin kaybolması üzerine fotoğrafların sahibi ve aynı zamanda Mitter'ın idolu olan ünlü fotoğrafçıyı bulmak için yola koyulur. Bu yolculuğa çıkmasında Mitter'ın hayalperest olmasının ve monoton bir hayat sürmesinin büyük bir etkisi vardır. 

   Stiller hem başrolde hem de yönetmen koltuğunda oldukça iyi iş çıkarmış. Film kitaptan günümüze uyarlanması sırasında daha da güzelleşmiş sanki. Bunda efektlerin ve oyuncuların büyük etkıisi var sanırım. Mesela helikopter sahnesi, köpeği kurtardığını hayal ettiği sahne ve kötü patronu cam düşürdüğü sahne gayet başarılıydı

   Macera olarak düşündüğünüzde içinizde dünyayı bisikletle dolaşma isteği yaratacak bir film. İnternette okuduğum yorumlar arasında filmin çok abartıldığı yöünde görüşler vardı. Tabi ki de bir Forest Gump olamaz ama gayet başarılı bir film. 10 üzerinden gönül rahatlığıyla 8,5 verebilirim :)

26 Mayıs 2014 Pazartesi

SE7EN - 1995





SE7EN, psikolojik-suç-gerilim tarzında olduğu için pek ilgimi çekmemişti; ama Brad Pitt ve Morgan Freeman'ın başrollerde olduğunu görünce izlemeden geçemedim.

Hristiyanlıkta adı geçen 7 ölümcül günahı işleyen kişileri kendi acımasız yöntemleriyle öldüren bir seri katili ve tabi ki katilin peşindeki iki dedektifimizi anlatıyor. 7 günahın neler olduğunu film bitene kadar ben de bilmiyordum. Siz de bilmiyorsanız izleyince öğrenirsiniz artık :)


Sonuna kadar koltuğa yapışarak izledim. Supernatural gibi dizi veya filmleri izleyenler bilir. Anlayacağınız filmin havası baştan sona insanı geriyor. Polisiye ve gerilim sevenler kesinlikle izlemeli. Bu arada söylemeden edemeyeceğim filmin sonunda sizi büyük bir sürpriz bekliyor.

18 Mayıs 2014 Pazar

"BUCK UP - NEVER SAY DIE. WE'LL GET ALONG!!"

MODERN TIMES - 1936





Çocukluğumdan aklımda kalan melon şapkalı, bastonlu mini mini bir adam... Bizim nesil pek fazla sessiz sinema izlememiş olsa da Chaplin'i hepimiz biliriz.  
Kahramanımız 1930'lu yılların büyük ekonomik buhranı sırasında bir fabrikada zorlu, monoton çalışma hayatından dolayı psikolojik sorunlar yaşamaktadır. "Otomatik yemek yedirme makinası"nda kobay olarak kullanılması bardağı taşıran son nokta olur ve patronları onun delirdiğini düşünerek akıl hastanesine gönderir. Akıl hastanesinden çıktıktan sonra komünist provokatör zannedilerek hapse girer ve işsiz kalır. Bu arada ekmek çalarken karşılaştığı bir genç kızla arkadaş olur ve maceralarına birlikte devam etmeye karar verirler. 
Filmde makineleşmenin ve sanayileşmenin getirdiği işsizlik sorununu ve bunun sonucunda insanlar üzerinde oluşan psikolojik sorunlar eleştiriliyor. Benim için izlediğim animasyon harikası, devasa bütçeli, muhteşem ses efektleri olan çoğu filmden daha eğlenceliydi ve işlediği sorun günümüzde daha şiddetli yaşandığı için verdiği mesaj güncelliğini koruyor.
Son sahnede bütün olaylardan yorulan genç kız "Bunca zahmete değer mi?" der ve ardından meşhur Şarlo repliği çıkagelir: "Gülümse, umudunu kaybetme, başaracağız..."(Ayrıca bu replikler sinema tarihindeki ara yazıyla geçen son replik olma özelliğini taşımakta. Yani Modern Times dünya sinemasının son sessiz filmidir.) 

30 Nisan 2014 Çarşamba

HER ÇOCUK ÖZELDİR - 2007


"Çocukken ben de öğrenmede sorun yaşardım.Babam beni hiç anlamazdı. Beni yaramaz edepsiz sanar çalışmamak için bahaneler ürettiğimi düşünürdü.Beni bir hiç sayıyordu. Beceriksiz, aptal biri neyi başarabilirdi ki?"




 
İlk yayınıma bir eğitimci olarak en sevdiğim filmlerden biriyle başlamak istiyorum. Hani böyle izlediğinizde sizi beyninizden vurulmuşa çeviren filmler vardır ya işte onlardan biri, "Taare Zameen Par". Film vay bee dedirten cinsten ve yaklaşık bir hafta etkisi altında kalıyorsunuz. Yönetmenliğini Aamir Khan'ın yaptığı filmimiz disleksi hastası olan ve ailesi tarafından tembel ve geri zekalı muamelesi gören Ishaan Awasthi ve yine bir disleksi hastası olan öğretmeni Ram Shankar Nikumbh'un onu bu çukurdan kurtarışını anlatmakta. Öğretmenimiz örnek bir eğitimci, yaşadığı zorluklar onu böyle kılmış. Kendi çocukluğunu gördüğü öğrencisine de bu yüzden bu kadar önem veriyor. Filmde sanatın diğer derslere göre geri planda kalması, eğitim sisteminin tekdüzeliği, bilinçsizce çocuk yetiştiren aileler gibi üzücü bir çok ayrıntıya yer verilmiş. Özellikle bir eğitimciyseniz hayatınızda en az bir kez mutlaka izlemeniz gereken filmlerden birisi.